DUH

Neredeyim? DUH yazısı
Yazı

DUH


Çölün ortasında süregiden otoyolun sonu... Uzaklardaki Kayalık Dağlar’ın karlı tepeleri ile üzerinde tek tük ot biten bu dümdüz çöl taban tabana birbirlerine zıtlar. Her ikisi de diğeri yokmuşçasına kendi alanlarına sahip çıkıp, karşı tarafınkine bulaşmıyorlar. Yolun ve çölün monontonluğu iki şey bozuyor: İlki Denver Uluslararası Havaalanı tabelası; diğeri yolun solunda, kabaca on metre yüksekliğinde şahlanan at heykeli. Daha önceden denk geldiğim heykellerin aksine bu at masmavi. Çiğ bir mavi söz konusu. Bu da yetmezmiş gibi parlak kırmızı gözleri var. Belli ki o gözler geceleyin ışık saçıyor am şimdi çöl güneşi altında frene asılamdan önceki stop lambası kıvamındalar. Gözlerde fer yok ama aygırın cinsel organı da bedenin geri kalanına ayak uydurmuş, bir şaha o da kalkmış. Satanist olduğu söylenen heykeltraşı yapım aşamasında atın altında kalıp can vermiş. Hayata bir cinayetle başlamış atın adı kelime oyunu ile Blucifer olmuş. ‘Aynı heykelin altında iki kere kalınmaz’ diyor ve havaalanının Gidiş tarafına direksiyonu kırıyorum.

Havaalanı dediğin mümkünse on yaşından genç ve küçük olacak. Gel gör ki Denver bu iki kategoride de çuvallıyor. Ödüllü bir havaalanı, kendine has bir mimarisi, içindeki sanat eserleri, ulaşım kolaylıkları, vs: bunlara kimsenin bir itirazı yok. Ama kalabalık... United Havayollarının önünü gören biletleri bedava verdiklerini sanır. Beş milyar dolar kar gösteren şirketimin bana aldığı üçüncü mevki bilete bakıyor, ‘Demek o bei milyarı böyle cimrice davranarak yapmışlar’ diyorum. Sıra uzun, çevremi seyretmekten de başka çarem yok.

Bir çok kişinin beklentisinin tersine çevrede çok az kovboy şapkalı kişi var. Olanların da bir bölümü o şapkaları şortlarının üzerine giyen turistler. Resmi giyimleriyle kendilerini belli eden epey sayıda iş adamı, pardon iş insanı var. Düzeltme yapmak zorundayım çünkü yanımdaki sırada, benden az ileride duran uzun boylu, mavi elbiseli hanım bir erkek olamaz. Omzuna attığı bilgisayar çantası, dört tekerlekli siyah samsonite’ıyla saat on birde olduğunu tahmin ettiğim toplantısına yetişme arzusunda. Yüzüğü yok, yüzük izi yok, yolculuk için bir tık yüksek topukları var ve gözleri kalkışları gösteren tabelada. Şu ana kadar yarışmacımız gayet iyi puanlar topladı. Omuzlarına güç bela değen saçları biraz daha uzun olabilirdi. Kırıklar yeni alınmış, ilk gençlikte sarı rengi yakalamak için bir ton röfle atılmış ve ince kol bilekleri elmalı saatlerle kapatılmamış. Tam bir sonraki aşamaya geçecekken sıra hem ona, hem de bana geliyor.
Nereye gittiğini duyamıyorum çünkü benim kaydımı inceleyen görevli bana çok daha önemli bir şeyler söylüyor: ‘Uçuşunuzda iki saatlik bir gecikme olacak; kabin ekibi henüz Chicago’dan gelmedi. Boston’a Atlanta üzerinden gitmek ister miydiniz?’ Atlanta’ya in, oradan aktarma yap, Boston uçağına bin... İki saati yine bulurum, hem de dünyanın en kalabalık havaalanında. Yok istemem.

Uçuş kartımı alıyorum, güvenlik taramasının hızlandırılmış bölümünde kendimi ‘Eller yukarı’ makinesinin içinde buluyorum. Yandaki makinede o da ellerini kaldırıyor. Ceketini tepsiye koyup, çantalarıyla vermiş, askılı bluzuyla teslim olmuş gibi yapıyor. Arkasında kaldığım için göğüsleri ne kadar büyük göremiyorum. ‘Cebinizde bir şey mi var?’
Çantamın anahtarı çıkıyor cebimden. ‘Bu zamanda kim çantasını kilitler?’ diye söyleniyor güvenlik görevlisi. ‘Ben’ diyorum. Dik başlılığım hoşuna gitmiyor, kimliğimi soruyor. Şirket kimliğimi veriyorum. ‘Ah’ diyor, ‘kusura bakmayın’. Güvenlik taraması bittiğinde mavi elbiseli kadını da gözden kaybetmiş oluyorum.

Havalanı diğerlerinden renkli bir yer. Dikkatlice bakıldığında epey detay görülüyor. Üç tane genç toplanmış, yerde bu detaylardan birine bakıyor: Bir dörtgen, iki yuvarlak ve bir takım harfler kazınmış zemine. Gençlerden yeşil saçlı olanı ‘Bu Avustralya Antijenin kısaltması. İllüminati’nin favori zehiri...’ Diğerleri biraz hayret, biraz da heyecanla yerdeki şekillere bakıyorum. İster istemez lafa giriyorum: ‘Aranızda okulda şeref listesinde olan yok değil mi?’ diyorum. Sorumdan çok onlara laf atmama şaşırmışlar ‘Eğer olsaydı’ diye devam ediyorum ‘Kimya derslerinden bilirdi ki Au altının, Ag de gümüşün simgesidir. Coğrafya dersinde de bu iki madenin Colorado’da, yani Denver’in bulunduğu eyalette çıktığını bilirdi. Tarih dersinde de bu dörtgenle yuvarlakların maden arabası olduğunu hatırlardı.’ Gençler bir şey demediler, sadece soğuk soğuk baktılar. Yerde çizili maden arabasının tam ortasına basmaya dikkat edip, aralarından geçip devam ettim.

Çocuklara da hak vermemek mümkün değildi. İllüminati’nin gizli merkezi diye ün yapmış bir binadaydım. Yeraltındaki kilometrelerce tünellerden, bu tünellerde saklanan uzaylılardan, duvarlarda gizli mesajlar taşıyan tablolara kadar bütün havalanı o bakmasını bilenlerin farkedeceği işaretlerle doluydu. Mesela duvarlardaki yağlı boya paneller bugünkü uygarlığın ölüm kalım savaşını, yeni bir düzenin kuruluşunu anlatıyordu. Bir de altlarına kitabe konulmuş, açık açık bütün bu düzenlemenin kimler tarafından yapıldığını söylüyordu: Tepesinde mason sembolü pergel ve gönye, altındaki imza Yeni Dünya Havalanı Komisyonu. Kimdi bunlar? Dahası kimdi bu mavi elbiseli kadın?
İki koltuk uzağıma oturmuş, kitabını okuyordu. O toplantıya yetişme heyecanı kaybolmuş, sanki Bodleian kütüphanesinde deri koltuğa kurulmuştu. Tablet yerine kitaptan okuması da ilginçti. Yeterince profesyonel değil miydi? Saçları yüzünü büyük ölçüde kapatıyor, sadece ince burnu gözüküyordu. Ortaçağ elyazmaları üzerine bir kitaptı elindeki. Belki de bu yüzden elektronik bir metin yerine basılı olanı seçmişti.

‘İlgi çekici, değil mi?’

İrkildim. Konuşan kadın değildi; onun başı hala kitabına gömülmüştü. Ses ters yönden gelince, ister istemez, biraz da temkinl bir şekilde, o tarafa döndüm. Mermerden bir kaidenin üzerine tünemişti. Karayla mavi arası bir rengi vardı. Maymunsu bir yüzü, başında mini boynuzları, ejderhavari kulakları, sırtında kendinden büyük kanatları ile bir gargoyle duruyordu. Bu yaratığın Türkçe’de tam karşılığı yoktu; belki ‘iblisvari yaratık’, belki o da değil. Benimle mi konuşuyordu? Kendimden şüphe edince, etrafa bakındım. Civardan geçenler de onu farketmişlerdi; hatta bazıları biraz daha açıktan geçti. Acaba gizli bir hoparlöre bağlı heykel mi diyecektim ki yaratık başını bana çevirdi. Gözleriyle benimkileri yakaladı.

‘İlgi çekici, değil mi diye sordum. Bütün bu komploların ortasında onun gözü kitabında, seninkiler de onda.’

‘Seninkiler de bende. Hem sen kimsin?’

‘Yeni kişilerle böyle mi tanışırsın?’

Haklıydı. Alttan almaya karar verdim:

‘Adım Kemal. Ya seninki?’

‘Gargoyle’ların ölümlülere söylenen adı olmaz.’

‘Ne yapıyorsun burada?’

‘Sorulara cevap veriyorum. Havalanıyla ilgili herkesin birkaç sorusu oluyor. Senin var mı?’

‘Pek yok aslında. Liseli çocukların ya da Üçüncü Dünya ev kadınlarının bildiği şeylerin sır olmadığını düşünüyorum.’

‘Komplolara inanmıyorsun demek’ diyerek bilgece başını salldı. ‘Sen ne iş yapıyorsun?’

‘Büyük bir şirkette projeler yürütüyorum. Burada bir araştırma merkezimiz var; onun denetiminden dönüyorum.’

‘Büyük şirket derken?’

Normalde yaptığım işten, çalıştığım bölümden insanlara bahsetmekten hoşlanmam. Ama şimdi uluslarası bir havalanında konuşan bir heykelle karşı karşıyaydım. Yapay zeka ile mi muhattaptım, yoksa birisi beni uzaktan mı işletiyordu?

‘Raytheon’da çalışıyorum.’

‘Ah anladım. Bu komplolara niye inanmadığını açıklıyor. Peki mavi elbiseli kadının nereye gittiğini bilmek istemez misin?’

‘Biletimi de onunkine uyacak şekilde değiştirebilecek misin?’ Ben şaka yapmıştım, aldığım yanıt gayet ciddiydi:

‘Gerek yok: Zaten o seni izliyor.’
(c) Bu eserin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir.
Eserin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

İlhan Kemal

Kategoriler
Yeni Şiirlerim