HOROZLU ŞEKER

Neredeyim? HOROZLU ŞEKER yazısı
Yazı

HOROZLU ŞEKER

Horozlu Şeker...............ÖYKÜ

HOROZLU ŞEKER


Mahallemiz, şehrin biraz kenar kısmında kurulmuş pek şirin bir yerdi. İlkbahardan sonbahara değin yeşilin bütün tonlarını sergileyen türlü türlü ağaçlar, mahallemize ayrı bir güzellik verirdi.
Ölçülüp de konmuşçasına mahallemizin tam ortasından geçen ana cadde, Yeni bağlar mahallesine gittiği için aynı adı taşırdı. Biz mahalle çocukları bu ana caddeye kısaca “goca yol” derdik. Gün boyu geçen birkaç yaylı araba ile ot çöp taşınan serenli at arabaları ve “körüklü” tabir ettiğimiz tek tük fayton arabası geçtiğinden haylice sakin olan bu goca yolda oynardık tüm mahalle çocukları. Bazı gözü kara çocuklar tehlikesine aldırmadan, nadiren geçen bu faytonların arkasına takılır, takılmaya korkan arkadaşlarımız da:
_ Arabacıııı...
_ Çal gırbacııı...
_ Arkada çocuk var çocuuuk...
Diye avazı çıktığınca bağırır, kırbaç şaklayınca da faytonun arkasından goca yolun yazın pavkuran tozuna, kışın diz boyu çamuruna düşen arkadaşlarımıza gülerdik katıla katıla.
Evimize yaklaşık yüz metre mesafede bulunan Yeşil Camii’nin ezanını günde beş vakit can kulağı ile dinler, vakit namazlarına giden büyüklerimizi merakla seyrederdik. Güzden yaza, mahallemizin ilkokuluna devam eder, yaz tatilinde de ikiz kardeşim ve diğer komşu çocukları ile birlikte “Kur’an torbalarımızı” boynumuza takar Yeşil Camii’nin imamına giderdik Kur’an okumaya...Ramazanlarda deliksiz orucumuzu tutar, teravihlerde ortaklaşa müezzinlik yapardık. Hele birinde, önümüzdeki arkadaşın rükuya eğilince pantolonu “carrt” diye yırtılmıştı da, namazda gülmekten kendimizden geçmiş, cemaatten dayak yememek için namazı da, müezzinliği de yarı da bırakıp son sürat camiiden kaçmıştık korkumuzdan.
Biz ne yaparsak yapalım, bütün yaptıklarımıza biri vardı ki aval aval bakar, ağzından salyalar akıtarak çokça güler, ara sıra da ağlardı sanki için için...Bu çocuk, evimizden beş bahçe ileride oturan Delimahmutlular’ın oğlu Savaş’tı. Delimahmutlu şehrimizin dağ köylerinden biriydi. Havası sert, suyu daha da sert bir dağ köyü. Suyu gibi insanları da pek sertti Delimahmutlu’nun.
O yıllarda o kadar çok çocuk vardı ki mahallemizde...Bir ailenin çocukları arasındaki yaş farkları bir ya da iki yılı asla geçmezdi. Mahallemizin en az çocuklu ailelerinden biri olan biz, altı oğlan kardeştik. Bitişik komşumuz dokuz çocuklu, Delimahmutlular ise tam bir takımdı, tıpkı futbol takımları gibi...O yıllarda nüfus kontrolü diye bir mesele yoktu. Zaten kimse böyle bir şeyi bilmez, bilenleri de asla dinlemezlerdi. Kontrollü ve planlamalı yaşamın ne demek olduğunu ancak şimdilerde anlıyor insanlar. Çocuk çok olunca, akıllısı da çok oluyordu, delisi de...Hele o yıllarda. Akraba evliliğinden başka evliliğin bilinmediği, gaz lambası ya da idare ile aydınlanıldığı, şekerin, yağın, ekmeğin vesikayla satıldığı fakirlik yıllarında. Belki de mahallenin en iyi durumda olanı bizdik lakin, neticede hepimiz fakirdik ve bir yığın da çocuktuk.
...O da çocuktu pek tabii. Lakin bizlerden çok farklı bir çocuktu Delimahmutluların oğlu Savaş. Yaşı yaşımıza denk olmasına rağmen, boyu boyumuza, aklı aklımıza hiç denk değildi. Bizlerden en azından bir karış daha uzun, kalıbı da neredeyse iki mislimiz kadar vardı. Biz, bir yaş küçüğü olan kardeşi ile aynı sınıfa devam ediyor, Kur’an derslerine de beraber gidiyorduk ama, O hiçbir yere gelemiyordu. Gelemezdi de zavallı...Okula, hocaya gitmek bir yana, sokağa bile çıkamıyordu bir çok zamanlar. Hastalığı arttığı zamanlar evde zincirlerle bağlı tutuluyor, az iyileşince de salıveriliyordu kapatıldığı yerden. Sokağa da çıktı mı birden, uçuyordu sanki özgür kelebekler gibi. Genellikle de, yamru yumru olmuş, pis ve paslı çöp bidonlarının yanına oturup, oradan bulduğu kavun ve karpuz kabuklarının içinde kalmış ala etenli kısımlarını kemiriyordu büyük bir iştahla. Annesi Dudu Aba, kırk elli metre mesafeden kendi dediğini kendi duyarcasına sesleniyordu oğluna doğru:
_ Savaş, Savaş...Boyun bosun devrilsin emi. Gine bidonu mu deşeliyon len. Irıl bakayım oradan gahri gazep olasıcaaa....
Savaş salyalarını akıtarak:
_ Iıııhhh...ıh,ıh,ıhhh...
Diyor ve aynı artıkları yemeye devam ediyordu. Yarabbi, nasıl da hastalanmıyor ya da zehirlenmiyordu ki? ..
Delimahmutluların Savaş, zihinsel özürlü bir çocuktu. Normal biri değildi ama netice de o da bir insandı. Öylesine de kuvvetliydi ki. Hikmetinden sual olunmaz ama, Allah da delilere bir ayrı kuvvet mi veriyordu nedir? ..Tuttuğunu koparıyor, kaptığını kaçırıyor, o yaşında ağzına kadar dolu tüm çöp bidonlarını devirip, içinden yiyecek ya da oynayacak bir şeyler arıyordu büyük bir merakla. Bizden küçük sınıflarda okuyan mahalle çocukları, hiç durmadan Savaş’ı kızdırmaya çalışıyorlar, Savaş yerinden doğrulur gibi yapınca da pırr deyip korkudan saklanacak delik arıyorlardı. Bazı eli boş fikirsiz büyükler de vardı saf çocuğu makaraya dolayan. Ellerinde bir şeyler varmış gibi gösterip, mahalle tabiri ile mavradan:
_ Savaş, gel lan...
_....
_ Savaş lan, gel saane...
Diyerek, köpek çağırır gibi yanlarına çağırıyorlar, Savaş ise çağırıldığını geç de olsa anlayınca dili yarım karış dışarıda, ağzından salyalar akıtarak ve zıplaya zıplaya gidiyordu mavracıların yanlarına. Onlar ise büyük bir eda ile alaylarına devam ediyorlardı:
_ Savaş, hadi bi rırrr di lan.
_ Yıyyy...
_ Yıy değil lan rırr di.
_ Yıyyy...
Belki bu alaya almaları defalarca yapıyorlardı ve katıla katıla gülüşüyorlardı. Savaş da gülüyordu şaşkın şaşkın. Neye güldüğünü mü biliyordu ki zavallı çocuk. Mahallenin eli boşları akşama kadar Savaş ile kafayı buluyor, akşam ezanı okunurken de, bir numara küçüğü olan sınıf arkadaşımız Şadi, hayvan götürür gibi boğazında sallanan kementli kayıştan tutup sürüye sürüye evlerine götürüyordu. Bu tatsız olay, Savaş’ın her sokağa salıverildiği günlerde istisnasız bir şekilde tekrarlanıyordu.
Okulumuz, sokağımıza haylice yakın olduğundan, arada bir de olsa Savaş da kardeşi Şadi’nin peşinden okulun önüne kadar hoplaya zıplaya geliyor, okul dağılana kadar da o civardaki pislikler içinde debeleniyordu. Bazen de bizim sınıf jimnastik yaparken, o da okulun kalın taş duvarının üstüne çıkıp sevincinden bir takım el kol hareketi yapıyor, tombul tombul elleriyle alkış tutuyor, hopluyor, zıplıyordu... Aklı olsa neler söyleyecekti kimbilir? Acaba beni de muayene ettirin ben de okuyacağım mı derdi ki? .. Hem derse de kim dinlerdi de? Doktor nerede, doktor parası neredeydi o yıllar da? Karın ağrılarına kekik yağı, sıtmaya kinin. Başka bir tedavi şekli bile yoktu.
Ipılık bir ilkbahar sabahıydı. Öyle güzel bir gündü ki... Islak topraklar güneşin tesiriyle buharlaşmaya başlamış, kış boyu koma halinde yatan dünyamıza yeniden bir can gelmişti sanki. Uzun bir süredir uykuda kalan ağaçları uyandırmak istercesine hafiften ılık bir lodos rüzgârı esiyordu kıbleden ifil, ifil... Her taraf yemyeşildi. Yeşil, mahallemizin en çok görünen renklerinden biriydi zaten. Yol kenarları, baharın gelişiyle pürtlemiş zümrüt gibi tekesakalları ve kuzukulakları ile dolmuştu. Siyahlı beyazlı okul önlüklerimiz ile ve o yılların pek meşhur tahta çantalarıyla, ala sığırcık sürüleri gibi okuldan dağılıyorduk. Okul toplantısı var diyerek iki ders erken salıverilmenin sevinciyle havalarda uçuyorduk adeta. Birden otların üstünde hayvan otlanırcasına yayılan birini görerek irkildik. O ne? Delimahmutlu’ların Savaş, okul bahçesinin duvarının dip tarafında bolca yeşermiş kuzukulaklarını kuzular gibi yayılmıyor mu? Savaş hiç böyle yapmazdı. Çöp bidonlarını karıştırır, oradan bulduklarını yerdi ama, hiç ot yemezdi. Okulun önü mahşer yeri gibiydi cıvıl cıvıl çocuklar, gördükleri seyyar satıcılara doğru koşuşuyor, kapışırcasına birşeyler almaya çalışıyorlardı. Göçmen Yaşar’ın pişmaniyeleri, Asım ustanın kazan gevrekleri, ille de Musa dayının horozlu şekerleri... Çocuk olur da canı çekmez miydi hiç? .. Üstelik buharlı marşandiz düdükleri gibi ötüyordu da bu horozlu şekerler.
Musa dayı, okulumuzun dağıldığı saatlerde okul önünde, sair zamanlarda şehrin bilumum sokaklarında satış yapan bir seyyar satıcı idi. Yaşı epeyce ilerlemiş olmasına rağmen, ekmek parası diyerek sokak sokak gezer, bütün şehir halkı da onu yakinen tanırdı. Başka bir giyeceği yokmuşçasına her gün aynı renk aynı desen yakasız çizgili gömlek, ayağında askerlikten kalma pek sağlam görünen bir postal, pantolon yerine de kalın çuhadan dikilmiş koyu renkli potur giyerdi. Kısacık boylu, babacan, çok da şakacı biriydi Musa dayı. Önü arkası camlı, çinkodan yapılmış üç gözlü kutusunda ne ararsanız bulunurdu derde devadan gayrı. Hele o tok sesiyle başladı mı bağırmaya:
_ Kenger sakızları, yorgan inneleri, dikiş iplikleri, ingiliz gındapları, kekik yağları, ille de Musa dayınızın horozlu şekerleriii! ..
Diyerekten. Almasak da ıslanan dilimizle dudaklarımızı bir güzel yalar, arkadan da laf atardık bağır bağıra:
_ Viresiye olmaz mı?
Musa dayı da alışmıştı artık laf atmalarımıza. Hiç birini cevapsız bırakmazdı:
_ Viresiye olmaaaaz. Para peşin, kırmızı meşiiin! ..
Yine bağırıyordu Musa dayı, dağılan okulun kalabalığına. Hem de kendine has, beste gibi nağmeli bir şekilde:
_ Düdüklü şeeeker. Parası olmayan sümüğünü çeeeker...
Arada bir çocuklara takılıyordu:
_ Hele şunlara hele. Paraları yoğumuş, paraları yoğumuş, avradın oğlu...
Okulun çocukları kapış kapış alışveriş yapıyorlardı Musa dayıdan. Kimi kenger sakızı, kimi horozlu şeker...Zavallı Savaş, ağzından eksik olmayan salyaları ile kardeşi Şadi’nin yanında nasıl da seyrediyordu Musa dayının çinkolu camekânını. Kedinin ciğere baktığı gibi bakıyor, arada bir Şadi’yi dürtüklüyor, anlaşılmayan garip sesler çıkararak bir de beni dürtüyordu tombul elleriyle. Hopluyor, zıplıyor, ellerini kollarını sallayarak Musa dayıyı gösteriyordu durmadan. Bir türlü isteğini duyuramıyordu çocuk. Aslında arife tarif ne hacetti ki. Zaten hepimizin canı çekiyordu o şekerleri. Çoktan anlamıştım Savaş’ın ızdırabını. Lâkin cebimde vardı beş kuruş, horozlu şeker on kuruş. Veresiyesi de yok Musa dayının. Parası peşin kırmızı meşin. Şekeri de yarıya kesilmez, gramla satılmaz. Dayanamadım, ben de Şadi’yi dürtüklemeye başladım. Çocukların gürültüsünü bastırsın diyerek biraz yüksek sesle seslendim:
_ Şadi lan...
_...
_ Hışşşşt Şadi...Hoop...
Şadi, pişmaniyeci göçmen Yaşar’ın camekânıyla meşgul. Kafasını bile çevirmeden cevap verdi:
_ Ne var lan...
_ Cebinde gaç guruş var?
_ İki dene yüs para.
_ Ver lan onu bana.
_ Bırrrt.Niye virecekmişşiyim! ..
_ Ver dedik be! ..
_ Virmem agam. Hem niye viriyim? ..
_ Yarın sana geri öderim, tamam mı?
_ Ödemiyen..
_ Ödemiyenin anası ölsün.
_ İyi, al öyleysem...
Diyerek kocaman bir malzemeymiş gibi, cebinin derinliklerinden çıkardı güçlükle Şadi olan parasını. Aldım beş kuruş eden iki tane delikli yüz parasını, kendi beş kuruşumu da koyup üstüne, Musa dayıdan nar gibi kırmızı bir horozlu şeker kaptım çabucak. Ve uzattım Savaş’a doğru. Nasıl kaptı saf çocuk. O nasıl sevinmekti öyle yarabbi...On kuruşluk şekerle dünyalar onun olmuştu sanki. Bir horozlu şekerini öttürüyor, bir yüzümü yalıyordu. Hey koca allahım, dedim kendi kendime:
“Şu dünya iki kapılı bir handır.
İnsan deli de olsa yine insandır...”

Halil Şakir Taşçıoğlu

(c) Bu eserin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir.
Eserin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Doğru yoldan giden topal, eğri yoldan giden koşucuyu geçer...

halilşakir

Doğru yoldan giden topal, eğri yoldan giden koşucuyu geçer...

Kategoriler
Yeni Şiirlerim