ANAYASADA VİŞNE SOPASI

Neredeyim? ANAYASADA VİŞNE SOPASI yazısı
Yazı

ANAYASADA VİŞNE SOPASI

Anayasada Vişne Sopası............ÖYKÜ

Anayasada Vişne Sopası

................................................Nush ile uslanmayanı etmeli tektir
................................................Tektir ile uslanmayanın hakkı kötektir...Ziya Paşa


................27 Mayıs ihtilali neredeyse senesini dolduruyordu. O yıllarda, ikiz kardeşimle birlikte, şehrimizin tek orta dereceli mektebi olan Ereğli Ortaokuluna devam ediyorduk.
.........Günümüzde hayli kalabalık sayılan, fakat o yıllarda hiç te çok görülmeyen altı erkek çocuklu bir aile idik. Ben ve ikiz kardeşim, ailemizin en küçük iki çocuğuyduk. Babamızı kaybedeli tam üç yıl olmuştu. İhtilalden iki yıl evvel, genç yaşta babamızı kaybetmenin engin ezikliğini hala içimizde taşıyorduk. Komşu ve akrabalarımızın pek çoğu, babamızın ölümünden sonra bizlerin, otorite boşluğu münasebetiyle zıvanadan çıkacak, yaramaz birer sokak çocuğu olacağımız kanaatindeydiler.Fakat görüntü hiç te öyle olmamıştı. Annemiz, aile çadırımızın orta direğinin çok erken denebilecek zamanda göçmesine rağmen, nasırlı elleriyle her badireye karşı koyarak çadırımızın yıkılmasına karşı koymuş, babamızın eksikliğini hiçmi hiç aratmamıştı. Sabır ve metanetiyle birlikte, otorite ve dirayetini kullanarak tüm çocuklarını tam disiplini altında tutmayı başarmıştı.
Eskiden olduğu gibi ben ve ikiz kardeşim, okul zamanı ortaokula, yaz tatillerinde ise Kur’an mektebine devam ediyorduk...İlkokul sıralarında devam ettiğimiz mahallemizin Yeşil Cami imamından icazetimizi çoktan almış, artık şehir merkezinde bulunan ve bir bakıma tekamül mertebesinde olan Merkez Kur’an Kursuna gidiyorduk kardeşimle birlikte...
..........Kardeşim ve ben, dış görünüm olarak birbirine hiç benzemeyen ayrı yumurtadan olma, ruh bakımından ise birbirimizin aynı özelliklerine sahip ikiz kardeştik. Ben, sarışın, yeşilgözlü,iri yapılı, kardeşim ise, esmer, kara kaşlı, kara gözlü, bana oranla daha zayıf yapılı iki kardeş görüntüsü arzediyorduk.İlk bakışta bize kimse ikiz demezdi, ama biz ikiz olduğumuzu o kadar iyi biliyorduk ki...Onun içinden ne geçse aynısı benim içimden de geçiyordu. Ona bir kötülük yapacak olsalar ben, bana bir kötülük yapacak olsalar o, aslan kesiliyorduk birbirimizi korumak için.Lakin tek başımıza kaldık mı da, birbirimizi yiyorduk sanki...Her yalnız kalışımızda mutlaka kavga ediyorduk.Annemin tiz sesiyle:
_Eşşek sıpaları, gene kavga mı ediyorsunuz? Gelirsem canınızı alırım!
Diye bağırmasıyla kavgayı ancak bırakabiliyorduk. Neyi paylaşamıyorduk ki? ..Çocukluk işte.Fakat yine de o kadar seviyorduk ki birbirimizi, anlatmak mümkün değil...
O yıllarda, siyaset bilimine karşı da yeni yeni yakınlıklar duyuyorduk.Hele hele büyüklerimizin mütemadiyen altmışbir anayasasından bahsedip durmaları, bizim de dikkatimizi mıknatıs gibi o konulara çekiyordu ister istemez...İhtilal sonrasında, askeri idareden hür ve demokratik rejime geçilebilmesi için yeni anayasa hazırlıkları sürdüğünden, gerek radyo, gerek basın ve kamu oyunun neredeyse tamamı, yeni anayasayı konuşuyorlardı. Bizden küçük olanlar, anayasayı annelerinin yaptığı bir pasta çeşidi sanıyorlardı belki, ama biz anayasanın ne olup olmadığını pekala anlayabiliyorduk. Geçmişte parti başkanlığı da yapmış olan rahmetli babamızın:
_Sakın ola siyasete bulaşmayın! Siyaset, bir pıtırak gibi paçanıza yapışmaya görsün, tövbe billah oradan söküp atamazsınız! ..
Uyarıları kulaklarımızda çınlamasına rağmen, biz siyaseti çok sevmiştik. Belki de irsi idi, kimbilir...
..........Yeni devam ettiğimiz Merkez Kur’an Kursu, şehrimizin tam merkezinde bulunan ve barı tabir edilen sun’i bir tepe üzerinde yapılmış olan şehir içme suyu deposuyla karşı karşıya duruyordu. Yazın, İçanadolu’da hüküm süren kara ikliminin belirgin özelliklerinden olan bunaltıcı sıcaklarında şehir su deposunun tahliye borusundan devamlı bir surette akan buz gibi suyuna doyum olmuyordu. Hoca Efendi, ’’on dakika mola’’ dedimi, soluğu koyun sürülerinin yalağa koştuğu gibi, hep birlikte tahliye borusunun başında alıyorduk. Kursumuzda çeşme olmadığı için, Hoca Efendi, aramıza yeni katılan talebelere abdest almasını da bu meşhur deponun buz gibi berrak suyunda tarif ediyordu, gür sesiyle:
_Önce niyyet ediliiirr...Üç kerre eller yıkanııırr...üç kerre yüzler yıkanıır!
Diyerek izahatına devam ederdi.Arada bir de:
_Unutmayın haaa...Her şey üç kerreeee!
Demeyi de hiç ihmal etmezdi. Kur’an kursuna kaydımızı en büyük ağabeyim yaptırmıştı. O, müderris olan dedemizden çokça din eğitimi aldığından olmalı ki, hocalarla pek sık görüşür, pek te güzel sohbetler ederdi. Mahallemizin tabii senatörü ilan edilen annemizden duyduğu bazı cilalı lafları da büyük bir ciddiyetle kullanırdı. Hoca Efendiyle ilk karşılaşmamızda da ihmal etmemişti o nükteleri:
_Muhterem hocam, bu çocuklar benim en küçük biraderlerim olurlar.
_Ohh, ohh...Maşaallah, maşaallah!
_Bundan böyle yaz tatillerinde rahle-i tedrisatınız için evvel Allah, sonra size
emanettirler efendim.
_Ömürleri uzun olsun, merak etme muhterem kardeşim...
_Unutmayın hoca efendi, bunların eti sizin, kemiği bizim...
_Ohh, ohh...Maşaallah, maşaallah!
_Okusunlar, iyi adam olsunlar.Acımayın hocaefendi! Kalırsa el beğensin,ölürse yer beğensin...
_Ömürleri uzun olsun. Maşaallah, maşaallah!
Hoca efendi, arapçadaki ’’ayn’’ ların üstüne basa ’’maşaallah’’ dedikçe bizim katıla katıla gülesimiz geliyor, kardeşimle birlikte gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk.
...........Kurs hocamızın adı Abdullah idi.Hani ismi ile müsemma derler ya, aynen öyle...’’Allahın kulu’’ anlamına gelen ismi gibi, gerçekten Allahın iman dolu, ihlaslı bir kuluydu Abdullah hoca efendi. Ağarmaya başlayan sakalı ve çoktan karlar yağmış saçlarıyla kamil bir insan görünümündeydi...Hoca efendi, orta boylu, sarışın, mavi gözlü, nur yüzlü, çok ta ihlaslı biriydi.Şehirde onu bilmeyen, tanımayan yok gibiydi.O, olgun başaklar misali başını öne salmış, elinden hiç eksik etmediği doksandokuzluk yeşil püsküllü siyah tesbihini çekerek şehrin kırık dökük kaldırımlarından geçerken, herkes ellerini ceplerinden çıkarır, çözükse ceketlerinin düğmesini ilikler, saygı ile selam verirlerdi. Nasıl görürdü o haliyle bilmiyorum ama, hiç birini karşılıksız bırakmaz, büyük bir titizlikle elini kalbinin üzerine koyarak alırdı verilen tüm selamları.
...........Kardeşim ve ben, her nedense merkez kursuna hiç istekle gitmiyorduk. Bir türlü ısınamamıştık bu mektebe. Annemizin sıkısı, hoca efendinin bir kopyası olan ağabeyimizin korkusu olmasa, bir gün bile gitmeyecektik o kursa...Evden Kur’an torbalarımızla çıkıp, çarşıyı, pazarı dolaşıp geri eve dönmek istiyorduk her seferinde. O yaşlarda şöyle dört başı mamur düşünemiyorduk besbelli. Annemin deyişiyle: ’Biz okuyupta başkaları mı alim olacaktı sanki? Biz okursak, biz öğrenecektik. Hazreti Ali bile, ’’bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum’’ derken bizim isteksizliğimiz de ne oluyordu ki? Gel de anlat...Çocukluk işte! ..’ Bir türlü canımız okumak istemiyordu. İşte o, çokça olan isteksiz günlerimizden birinde, her zaman olduğu gibi yine ezberimizi yapmadan gitmiştik kardeşimle birlikte. İçimizden öylesine dualar ediyorduk ki...Hoca efendiye bir şeyler olsa da bizi dinlemeye çağırmasa diyerek. Daha ne dualar ama nerdee...Maşaallah hoca turp gibiydi. ’’Sen’’ dedi, eliyle beni göstererek ve ilk te beni çağırmıştı önündeki rahleye! Altı sahifelik ’’Yasin-i şerifin’ birinci sahifesini biraz kısa olduğu için çok rahat okuyuvermiştim, lakin ikinci sahifenin ikinci satırından bir türlü geçemiyordum üçüncü satırına...Önceleri pek güzel nasihat ediyordu hoca efendi ama, artık sesini yükseltmeye başlamıştı. Birkaç defa yüksek sesle azarlamasına rağmen, bir türlü sökememiştim...Fevkalade öfkelenen hoca efendi, ağabeyimin; ’’eti senin, kemiği benim’’ ifadesini hatırlamış olmalı ki, elindeki lastik gibi vişne sopasını omuzlarıma gücünün yettiğince vurmaya başlamıştı! canım çok yanmıştı. Şüphesiz benden sonra sıra kardeşime gelecekti. Başına geleceği çoktan sezinlemiş olmalıydı ki, otuz civarında sırasını bekleyen talebenin arasından zıpkın gibi fırlayıverdi ve kollarımdan tuttuğu gibi bağırmaya başladı:
_Kalk lan birader! ..Anayasada fişne sopasıyla adam dövmek var mı be! ! ..
Diyerek, içinden ve içimden geçenleri gürleyiverdi. Hoca efendi vişne sopasıyla kardeşime doğru yürürken o, anlaşılmaz bir çabuklukla dersaneden kaçmıştı bile.Tabiiki ben de fırsatı ganimet bilmiş ben de kaçmıştım son sürat. Yüksek barıdan yokuş aşağı çılgınca koşuyorduk. Hergün kurstan sonra ağabeyimin uzunçarşıdaki dükkanına uğruyor, tekmil veriyorduk kışla nöbetçileri gibi. Kurstan son sürat dükkana gelmiştik ama hoca efendinin manyetolu telefonu bizden hızlı çıkmıştı...vukuatımız çoktan ulaşmıştı ulaşacağı yere.
Dükkanımız, uzun çarşının takriben orta yerinde ve uzunca bir mağaza idi.
iki bölüm halinde olan dükkanın arka kısmında ardiye tabir edilen büyük bir deposu vardı.ön kısmında, tereklerinin çoğu boş, derme çatma bir takım inşaat malzemeleri bulunuyordu. Ardiye kısmında ise keser ve kürek saplarından başka hiç birşey yoktu. Daha dükkana adımımızı atar atmaz, ağabeyim çekti ardiyeye her ikimizi de birden...Çok öfkeli idi.Bir yandan ardiyenin kapısını kapatıyor, bir yandan olanca sesiyle bağırıyordu:
_O mübarek zatı hanginiz kızdırdınız bakıyım? !
İkimizden de çıt çıkmıyordu.Tekrar etti hiddetle:
_Cevap verin, hanginiz dedimm! ? ..
Başlarımız önümüzde, kolumuz savunma vaziyetinde, yeni tabirle gardımızı almış bir şekilde yalvarırcasına bağırıyorduk:
_Valla billa bi daha yapmayacağız abi!
Ağabeyim o zamana kadar önünde duran keser saplarından birini kaptı.
Vişne sopasından kaçarken kestane sopasına yakalanmıştık.Kardeşim biraz zayıf olduğu için evimizde ona fazla yüklenilmiyordu.Ben de kursta kısmetime düşeni yemiştim zaten...Bu durumları çok iyi bilen kardeşim, her zaman var gücüyle beni savunmaya çalışırdı. İçinde taa o yıllarda adalet terazisini kullanma istidadı olmalıydı ki, yetmişli yılların başında hukukçu olmuştu zaten. O gün de beni savunmak istiyordu:
_Kuran ekmek çarpsın ki bi daha yapmayacağız abi! .. Vişne sopası sert gelince anayasa aklıma geldi inan olsun ki...
Diye bağırınca, ağabeyim olanca öfkesiyle:
_Anayasada vişne sopası yok öylemi! ? Al öyleyse kestane sopası da mı yok! ..
Diyerek sallayınca keser sapını, kardeşime değmesin diyerek nasıl kaldırdımsa kolumu, keser sapı olanca hızıyla küütt diye iniverdi koluma. Sapan taşı yemiş sığırcık gibi çırpınmaya başlamıştım dükkanın ardiyesinde. Kardeşim üzerime kapanmış, iki gözü iki çeşme:
_Nolur ölme bilader...Nolur ölme! ..
Diye bağırıyordu sesinin çıktığınca. Bilekten alınan darbeyle ölünmeyeceğini ikimizde biliyorduk ya can havli işte...Nitekim ölmemiştim ama, kendimi meşhur sınıkçı Ravzan Durmuş’ un önünde bulmuştım.
...........O sıkıyla olacak ki, her ikimiz de Kur’an mektebinin tekamül kısmını bitirmiş, öbür taraftan da yüksek tahsillerimizi tamamlamış, vatanını milletini seven iki meslek sahibi olarak memleket hizmetine koşmuştuk. Boşa söylenmemiş olmalı:
_’’Nush ile uslanmayanı etmeli tektir, tektir ile uslanmayanın hakkı kötektir.’’

50 Yıl sonra:
Abdullah Hoca efendi: Hakkın rahmetine kavuştu.
Ağabeyim: Hac farizasını yediledi...emekli hayatı yaşıyor.
Kardeşim: Konya Cumhuriyet savcısı.
Ben : İnşaat mühendisi.
61 anayasası: 12 Eylülde sona erdi..

Halil Şakir Taşçıoğlu


(c) Bu eserin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir.
Eserin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Doğru yoldan giden topal, eğri yoldan giden koşucuyu geçer...

halilşakir

Doğru yoldan giden topal, eğri yoldan giden koşucuyu geçer...

Kategoriler
Yeni Şiirlerim