ACEMİ BALIKÇILAR...TEKRAR

Neredeyim? ACEMİ BALIKÇILAR...TEKRAR yazısı
Yazı

ACEMİ BALIKÇILAR...TEKRAR





ACEMİ BALIKÇILAR...ÖYKÜ

................................................................................. “Unu edicisine,
................................................................................. Ekmeği yiyicisine...”

Su bakımından fazla kısmetli sayılmayan, Konya Ovası’nın az da olsa sulak bir ilçesi olan Ereğli’de ikamet ediyorduk. Belki dünyada suların oluşumundan bu yana akmakta olan İvriz pınarları Ereğli’ye bir vaha görüntüsü veriyordu. M.Ö.2000’li yıllarda Hititlere de yerleşim bölgesi olan İvriz ve onun hayat damarları olan suları, Ereğlili’lerin her türlü su ihtiyacını karşılayan en önemli kaynakları idi.
İvriz’den çıkan sular, Ereğlili tabiriyle “alanakarlar” oluşturuyor ve tüm şehrin sulama vazifesini yerine getiriyordu. Doğanın çok ilginç bir dengesi sonucu kışın Toroslara yağan karların pınarlara dolmasıyla oluşan kaynaklar kışın oldukça azalır, yaz gelince de coştukça coşardı. Zaten yöreye de sular genellikle yaz aylarında gerekiyordu. Bu yönden de Ereğli pek susuzluk çekmiyordu.
Şehrin, küçük büyük tüm insanları alanakar tabir edilen koca akarların genişleyip derinleşen bir çok bölgelerine gölet anlamına gelen “göbet” tabiri kullanılırdı, bu göbetlerde yazın sıcak günlerinde serinlemek gayesiyle yüzerlerdi. Kimi gözü kara çocuklar, akar boylarında bulunan büyük söğüt ağaçlarından balıklama sulara atlar, kimileri de kendi tabirleri ile:”yuka yerlerde capıldanır, çimerlerdi...” Ben de çok severdim söğüt ağaçlarından balıklama atlayışlar yapmayı...Akıntıya uyarak, ya da akıntılara ters istikamette yüzmenin zevkine doyum olmazdı. Bazıları derlerki; ”Hadi lan gidi Konyalı sen yüzmeden ne anlarsın. Sanki Konya bozkırlarında deniz mi gördün? ..” Oysa ki, derelerde yüzmek, denizde yüzmekten çok daha zordu. Öncelikle fizik kuralları gereği, tatlı suların yoğunluğunun az olmasından dolayıdır ki suyun kaldırma kuvveti de az oluyordu. Bu da tatlı sularda yüzmeyi zorlaştıran sebeplerden biri idi. Halbuki, deniz sularının tuzlu olması nedeniyle yoğunluğu daha fazla oluyor, dolayısıyla da suyun kaldırma kuvveti de o oranda artıyordu. Bu da insanların su yüzeyinde kalmalarını kolaylaştırıyordu.
1966 yılında İstanbul’a okumaya gittiğimde görmüştüm denizi. Ne yalan söyleyeyim, ilk görüşte çok irkilmiştim. Uçsuz bucaksız bir “göbet” dedim kendi kendime. Derinliği de dereler gibi birkaç metre değil, onlarca metreyi buluyordu. Bu da bana ayrı bir ürperti veriyordu. Benim şehrimin sularında kayık mayık olmazdı. İstanbul’un denizlerinde apartman büyüklüğünde vapurlar dolaşıyordu. Balıkçı kayıkları adeta söğüt yaprağı gibi kalıyordu İstanbul’un engin denizlerinde. Balık ise biz Ereğlililere çok yabancı bir yaratıktı. İvriz pınarı yakınlarındaki sularda, berrak ve soğuk suları seven birkaç alabalık, ileride oluşan alanakarlarda da tek tük hasırcı balığı denilen küçücük balıklar bulunurdu. Bazı gençler, bu balıkçıkları yakalar, söğüt dallarına üzüm salkımı misali dizer ve şehrin sokaklarında satmaya çalışırlardı.
Balık yoksulu Ereğli’nin balık kültürü neyse benimki de aynı idi. Beş sene İstanbul’da kalmama rağmen, öğrendiğim balık isimleri bir elin parmakları kadar ancak olabilmişti. Balık bu, hepsi de birbirine benziyordu. Mehter takımı gibi iki haftada bir uğradığım Karaköy balıkçısına hep aynı şekilde soruyordum:
_ Balığın tazesi nasıl anlaşılır?
Balıkçı gayet bilgiç bir şekilde, tezgâhtan hemen bir balık kapıyor ve büyük bir eda ile:
_ Gözlerinin ferine bakarsın kardeşim.
_ Ferden anlamıyorsam? ..
_ Solungaçlarına bakarsın.
_ Ne varmış solungaçlarında?
_ Nar gibi kırmızı olur kardeşim..
_ Ama her balığın solungaçları kırmızı...
_ Kardeşim git allasen! ..
_ Giderim gitmesine de, balık bu, bayatsa zehirlemez mi?
_ Kardeşim hiç zehir satar mıyız? ..
Böyle sürüp giderdi balıkçılarla tartışmam. Tabi ki balıktan ve balıkçılıktan anlamamamdan ileri geliyordu bu soruşturmalarım.
Yıllar geçmişti aradan. Ereğli’de yaklaşık onbeş sene plân, proje ve müteahhitlik yaptıktan sonra işlerimin kesatlaştığını öne sürerek Antalya’ya taşınmıştım. Dünya tatlısı iki kızım ve bir oğlum vardı. Onlar daha çok küçüktüler. Hiç unutmam, kendi arabamızla Çubuk belinden Antalya’ya girişimizde onların hep bir ağızdan:
_ Deniz göründüüü, diye bağırmalarını... Gençliğimde okuduğum macera kitaplarında ve seyrettiğim korsan filmlerinde tayfaların:
_ Kara göründüüü...Diye bağırmalarını çok duymuştum ama “deniz göründü”diye bağırmaları ilk defa kendi çocuklarımdan duymuştum o gün.
Antalya’nın merkezi sayılabilecek bir mahallesi olan Bahçelievler mahallesinde bir apartmanda ikamet ediyorduk. Yaklaşık on yılı doldurmuştuk ve evin en küçüğü olan oğlum ortaokul son sınıfa devam ediyordu. Oğlum Gökhan çok yaramaz bir çocuktu. Her gün okulda Antalyalı arkadaşlarından balık ve balıkçılıkla ilgili konuşmalara şahit olmalıydı ki, bir akşam eve gelip, çantasını vestiyere attıktan sonra:
_ Baba,biz niye hiç balığa çıkmıyoruz? Diye sordu. Ben bir anlık tereddütten sonra:
_ Oğlum ben balıkçılıktan ne anlarım..
_ Eee..Hani sen İstanbul’da okudum diyordun ya..
_ Tamam da, ben su ürünleri fakültesinde okumadım ki. Ben inşaatçıyım oğlum.
_ Olsun, olsun. Biz burada balıkçılığı öğreniriz.
_ Takım taklavat?
_ Alırsın.
_ Peki nereden?
_ Sen bulursun.
Gerçekten büyük hevesi vardı balıkçılığa. Tek şanssızlığı benim gibi, balıktan anlamayan, Konya ovasında büyümüş bir babaya sahip olmasıydı sanırım. Ben yine de onun şevkini kırmak istemedim. Ertesi sabah balıkçı malzemelerinin satıldığı yeri sordum, öğrendim ve buldum. Altı kancalı bir olta aldım. Kurşunu, mantarı ve yüz metre misinası olan. Ereğli’deyken toprak solucanı toplayıp oltalara takılarak balık yakalandığını duymuştum. Evimize yaklaşık on kilometre uzaklıktaki Boğaçayı kenarına gittik oğlumla. Antalya’nın her yanı taşlık ancak Boğaçayı kenarında vardı çamur ve topraklık. Bir iki saat eşeledikten sonra çamurları, ancak bulabilmiştim beş altı solucanı. Sonra da Boğaçayı’na çok yakın olan Konyaaltı plâjlarına gidip solucanlarla balık tutmaya çalıştık ama nerdeee? ..Koyduysan bul. Oltamız bomboş. Bir tek balık bile göremeden eve dönmek zorunda kaldık.
Birkaç hafta sonra öğrendim ki, Antalyalı balıkçılar özel balık yemi alıyorlarmış, Muratpaşa Belediyesinin yanından. Belediyeye gidip gelirken görüyordum ama mahcup olurum diye ne olduklarını bir türlü soramıyordum. Karidese benzer ve karidesin 1/50 ölçeklisi olan ufacık böcekler. Zıplayıp duruyorlar. Hiç bozuntuya vermeden, Karaköy’deki balıkçıya sorduğum gibi balık yemi satan beyefendiye sordum:
_ Yemler taze mi?
_ Biraderim, sen benle dalga mı geçiyorsun? Baksana zıplayıp duruyorlar. Canlı bunlar canlıııı...
_ Eee...Canlı canlı nasıl takılacak bunlar oltaya?
_ Amma yaptın haa...Biraderim, sen bu işte yenisin galiba..
_ Eh, sayılır..
Hemen bir tanesini aldı, küçücük kafasını kopartıverdi ve oltasının kancasına taktı. Yeni bir meslek öğrenmenin heyecanını yaşıyordum. Büyük bir keyifle:
_ O halde ver bakalım bir kilo.
_ Hoppala.. Akdeniz’deki balıkları mı besleyeceksin biladerim?
_ Peki ne kadar almam lazım?
_ Yüz gram yeter sana.
_ İyi o halde yüz gram ver.
Kesekağıdının içinde yemler hoplayıp duruyorlardı. İçim içime sığmıyordu. Bir an önce eve varıp oğluma sürpriz yapmak istiyordum. Oğlum bir yana, evdekilerin hiçbirisi böyle garip bir yaratıkla tanışmamışlardı. Kapıda oğlum karşıladı,pür telâş:
_ Baba yem aldın mı?
_ Aldım oğlum.
_ Hani nerede?
Elimdeki küçücük kesekağıdını gösterdim. Şaşırdı birden. O çuvalla yem getireceğimi bekliyordu besbelli. Merakla sordu:
_ Bu kadarcık mı?
_ Bu kadarcık ama yüzlerce böcek.
_ Valla ben elimi sürmem.
_ Daha görmedin ki.
_ Olsun böcek diyorsun ya.
Böcek türlerinden çok korkardı çocuklarım. Kesekâğıdının ağzını açar açmaz yemin bir tanesi nasıl sıçradıysa oğlumun yüzüne yapışıverdi. Kızlarım:
_ Ciddi olamazsın baba! . Diyerek odalarına kaçtılar.
Kızılca kıyamet kopmuştu evin antresinde. Hala birkaçının canlı kalışına ben de şaşırmıştım doğrusu. Alıştırdım hepsini yemin zararsız, mazlum bir böcek olduğuna. Ertesi sabah malzemelerimizi alıp, pür telâş Karayolları parkından denize indik. Antalya’nın amatör balıkçıları orada avlanıyorlardı. Falezlerin keskin kayalarının arasından taş merdivenlerle yaklaşık otuz metre iniliyordu aşağıya. Uçsuz bucaksız masmavi Akdeniz’in, yılların yıpratamadığı yaşlı falezlerle kucaklaştığı yere..
Biz son beş basamağı inmedik. Oturup merdivenlerde oltamıza yemleri takıp salladık sulara. Misinayı sallıyoruz denize, birkaç dakika sonra geri çekiyoruz, yemler yenmiş, oltalar bomboş. Yemleri tekrar takıyoruz, sallıyoruz sulara, oltalar yine boş. Yüz gramlık yemle o gün balıkları bir güzel yemlemiş olduk. Bereket etrafımızda kimseler yoktu. Olsalardı ne kadar gülerlerdi halimize düşünmek bile istemiyordum. Büyük bir morâl çöküntüsüyle eve döndük. Kızlarım merakla:
_ Baba, hani yakaladığınız balıklar? Soruları biraz da alaylı idi.
_ Çok küçüktüler denize geri döktük.
_ Eee...Koca denizde hiç mi büyük balık yoktu.
_ Bilmem, herhalde bugün büyük balıklar mesaiye çıkmamışlardı kızım.
_ Hah...Hah...Hah...
Haklıydılar, koca Akdeniz bu. Hiç mi büyük balık yoktu yani. İyi de biz küçüğünü de görememiştik balıkların. Fazla vakit kaybetmedim. Oğlum da fena halde sukûtu hayâle uğradığı için ertesi gün tek başıma ve oltayı almadan gittim aynı yere. Çaktırmadan kimselere, diğer balıkçılardan görerek bir şeyler öğrenmek istedim. Bir tanesi geldi, orta yaşlı, uzun boylu, siyah yün örgü takkeli. Benim gibi saçlarına ve bıyıklarına aklar düşmüş, güleç yüzlü kibar bir balıkçı.
_ Selâmünaleyküm!
_ Aleykümselâm beyefendi! ..
_ Kafanızı dinlemeye mi?
_ Eh sayılır...
_ Ben de hep o niyetle gelirim. Hem de yıllardır gelirim. Birazda yakaladım mı balıkçıkları...Akşama nevâlem hazır. Onun için çok severim ben bu şehri.
_ Aynen, ben de öyle...Haydi rastgele! ..
Bir yandan bekliyorum merakla ne yapacak diye. Balık tutabilecek mi? Yoksa benim gibi Akdeniz’in balıklarını mı besleyecek? .. Pazar çantasını açtı, çıkardı fırından yeni aldığı tazecik ekmeği. Bekliyorum, hoppala böcekleri ne zaman çıkaracak ki diye. Yok öyle bir şey. Taze somun ekmeğin içini iki parmağıyla iri arpa şehriye şekline getirdi, taktı oltalarına, salladı misinasını denize. Aradan bir dakika geçtiyse geçti. Beş tane balık çırpınarak geldi ellerine. Hayret ettim, ama fazla önemsemez bir tavırla:
_ Bugün denizde balık bol olmalı! ..
_ Yoo...Her zaman ki gibi.
_ Öyle mi?
Adam yarım saatte, beş kiloluk naylon kovasını doldurdu irili ufaklı balıklarla. Çok hoşuma gitmişti gördüğüm bu manzara. Kendi kendime; ” Antalyalıların bir oyununa geldim herhalde bana bir sürü paraya bir avuç böcek sattılar. Halbuki bu balıklar ekmeğin içini daha çok seviyorlarmış besbelli” diye mırıldandım. Akşamı iple çekmiştim. Oğlum okuldan gelir gelmez kenara çektim. Büyük bir edayla:
_ Gökhan, ben bugün balığın nasıl yakalandığını öğrendim oğlum. Ablaların duymasın, yarın onlara güzel bir sürpriz yapalım tamam mı?
_ Tamam da. Nasıl olacak bu iş?
_ İşte orasını hiç sorma.
_ Baba, ne olur söyle.
_ Yarın oğlum.
_ Peki böcekleri aldın mı?
_ Böcek möcek yok.
_ Solucan mı topladın?
_ Solucan, molucan da yok.
_ Baba, allahını seversen söyle. Nasıl olacak bu iş merak ettim be..
_ Oğlum ısrar etme. Yarın öğrenirsin. Ertesi sabah malzemeler çantamızda. Doğruca fırına gittik, büyük bir neşeyle. Tazesinden bir somun ekmek aldık, koyduk çantamıza. Oğlum merakla:
_ Baba, kahvaltıyı sahilde mi yapacağız? ..
_ Hayır oğlum.
_ Peki, bu ekmek neyin nesi?
_ O bu işin cilvesi.
_ Ne cilvesi?
_ Balık yemi oğlum, balık yemi...
Gülmeye başladı gevrek gevrek.”Gülme”dedim. Anlattım oğluma bir önceki gün yaptığım balıkçılık gözlemlerimi. Aynı yere gitmiştik yine. 17-18 yaşlarında bir delikanlı, falezlerin yaşlı ve yorgun kayalıklarının gölgesinde oturmuş, bir elinde kutu bira, diğerinde bir sigara. Soran olmuş gibi attı ortaya bir laf:
_ Tam gününde geldin be amca. Bugün deniz balık kaynıyor.
Delikanlının adap, erkanı pek hoşuma gitmediği için olmalı ki, ters bir cevap verdim:
_ İyi iyi, sana soran olmadı! ..
Biz oğlumla daha önce de durduğumuz taş merdivenlerde oturduk. Demir korkulukların yanında açtık çantamızı. Bir de naylon poşet koyduk yanımıza balıkları doldurmak için. Aynı kibar, takkeli balıkçı gibi,ekmeğin içini arpa şehriye biçimine getirip taktım oltalara, salladım Akdeniz’in sularına. Biraz sonra misinayı çektim ki, yedi sekiz santim boyunda, orta parmağım büyüklüğünde tek bir balık çırpınıp geliyor. Altı oltanın beşi boş, biri dolu. Bu ne ki diye bakakaldım şaşkın şaşkın. Bira içen delikanlı patavatsız bir şekilde:
_ Likkoz yakaladın babalık, hadi gene iyisin,iyisin...diye gürledi.
_ Sana ne lan dedim. Sen önüne bak, biz de biliyoruz herhalde likkoz (!) olduğunu..
Gerçekte bilmiyordum tuttuğum balığın adını ama bozuntuya da vermiyordum hani. Tekrar doldurdum oltaları, saldım sulara. Bir süre sonra yine çektim. Aman allahım o da ne? Çirkin, koyu kahverengi bir garaib. Yengeç desem benzemez. İstakoz desem hiç değil. Ucube bir yaratık. İçimden istedim ki şu bira içen delikanlı bunun adını da bir söylese. Varsın patavatsızca olsun. Dileğim kabul oldu sanırım. Zaten çenesi durmuyor ki zıpırın. Yine atladı kum balığı gibi:
_ Sende de amma şans varmış be amca. Bula bula vatoz mu buldun?
Bu kez bozuntuya vermeden delikanlıyı işletip vatoz hakkında bilgi almaya çalıştım...
_ Adını biliyorsun da, nasıl pişirildiğini de biliyor musun bari? Tavada mı iyi olur yoksa ızgarada mı?
_ Amcaa...Sen benle dalga mı geçiyorsun?
_ Dalga denizde olur oğlum.
_ Geç onları geeç. O balık zehirli, yenir mi hiç? Üstündeki dikenler battı mı bir yanına, uyuz olursun alimallah.
_ Yok ya...Biz de biliyoruz o kadarını. Hadi sen kendi işine bak.
Hemen kayaların yanında çevreyi hoyratça kullananların bıraktığı bir karton kutuyu yırtıp vatoz denen ucubeyi oltadan çıkartıp tekrar denize attım. Delikanlı duramadı. Gene atladı:
_ En iyisini yaptın be amca...
Ben delikanlı ile fazla laubali olmak istemiyordum.. Konuşsan akşama kadar susmayacak; ”biz işimize bakalım oğlum” dedim. Tekrar doldurdum oltaları, bir daha derken, koca somunu bitirdim. Oğluma dönerek:
_ Toplayalım oğlum oltamızı. Bitirdik yine Akdeniz’in balıklarını.
Diyerek oltayı çekmeye başladım. O da ne? Misina bir türlü gelmiyor. Oğlum atıldı bu kez:
_ Ne oluyor baba? Cavs mı yakaladın?
_ Herhalde birkaç tonluk bir balık yakaladık oğlum.
Delikanlı gene atıldı:
_ Kayalara takılmıştır be amca. Oltayı biraz Sal da geri çek.
Kudümsüz dedim içimden. Bardak kadar çocuk, biralı, sigaralı geçti karşıma ukalâlık edip duruyor. Git ağzına iki patlat. Ama sanırım doğru söylüyordu. Antalya’nın sahilinde cavsın işi neydi? ..Olsa olsa kayalara takılmış olmalıydı bizim oltalar. Ben oltayı birkaç kez salıp çektim ama kurtaramadım. Netice misina koptu. Elimde kalan kısmını da sardım sarmaladım attım mavi sulara. Tuttum oğlumun kolundan:
_ Gel oğlum dedim. Unu edicisine, ekmeği yiyicisine...Bu iş bizim harcımız değilmiş..Gördün işte...

Antalya-1994

(c) Bu eserin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir.
Eserin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Doğru yoldan giden topal, eğri yoldan giden koşucuyu geçer...

halilşakir

Doğru yoldan giden topal, eğri yoldan giden koşucuyu geçer...

Kategoriler
Yeni Şiirlerim