MAHMUT ŞEVKET EFENDİ VE MEHPARE HANIM

Neredeyim? MAHMUT ŞEVKET EFENDİ VE MEHPARE HANIM yazısı
Yazı

MAHMUT ŞEVKET EFENDİ VE MEHPARE HANIM

Elimde bir demet kırmızı gül ile mezarlıktayım.

İki hafta oldu olmadı Mehpare Ablayı Solaklar Köyündeki bu bakımsız kimsesizler mezarlığına yatırdık. Cenazesi olduğu gün öyle bir yağmur yağdı ki, aralık bulup adım atamayan ahali bir ara müteveffayı yarı yolda bırakıp mahalleye geri dönecek oldu. Allah’tan içlerinden vicdan sahibi biri çıktı da, yedi sekiz ihtiyardan müteşekkil cemaati mezarlığa kadar rahmetliye eşlik etmeye ikna etti.

Mehpare Abla, sonradan Müslüman olmuş bir Rum’du. Anası atası nerededir, neden bir başına kalmıştır kimse bilmez. Zamanın en kıdemli memurlarından sayılan Mahmut Şevket Efendiyle bir düğün gecesi tanışmış ve kısa bir müddet sonra evlenmişler. Evliliklerinin ilk birkaç yılı mutluluk içinde geçtiyse de, Hak Teala’nın bir evlat nasip etmeyişi Mahmut Şevket Efendiyi ziyadesiyle üzüp, dert sahibi yapınca, bu mutlu yuvanın şen bacasından kara dumanlar tüter olmuş.

Mehpare Abla, şehrin nam salmış üfürük ustalarına gitmiş, dağ tepe dolaşıp, şifalı otlar derlemiş, tütsüler buhurlar yapmış, hatta tavsiye üzerine sevgili zevci Mahmut Şevket Efendiye domuz pisliği bile kaynatıp içirmiş. Ne yazık ki, hiçbir em dertlerine şifa olmamış. Bu vakayı izzet-i nefis meselesi haline getiren adamcağız yataklara düşmüş. Mehpare Abla bir dert kapanmadan öteki dert hasıl olunca ne yapacağını şaşırmış. Lakin yattığı yatakta gittikçe eriyip ince bir serçe kadar kalan kocasına kıyıp da bırakamamış.

Mahmut Şevket Efendinin evkaftan arkadaşları ve mahalleden bir iki çapkın beyzade, genç ve güzel Mehpare’ye askıntı olunca, civar kadınları bir korkudur sarmış. En yakın komşuları bile onu görünce kapı cam kilitler olmuş. Mahmut Şevket Efendi her ne kadar yatalak hasta da olsa, olan bitenin farkında olacak kadar aklı başında olduğundan, derdi bir kat daha artıp zayıf bedeninin yılgın omuzları üzerine yığılmış. Fakat Mehpare Abla, kocasını hoş tutmak için lazım gelmedikçe evden çıkmamaya, onun sevdiği şarkıları çalıp söylemeye, sevdiği yemekleri yapıp, başucunda günlük gazete ve kitap okumaya devam etmiş. Etrafında kalan üç beş parça dostu ona “Artık bu adamdan sana hayır yok. Bir gözü mezara bakar durur” dediyse de, o içindeki umudu hiç kaybetmemiş.

Mehpare Ablanın kocasına olan bu ihtimamı mahalle kahvelerinde ballandıra ballandıra anlatılır olmuş. Öyle ki; en güzel hikayeyi anlatana bedava çay ısmarlama, sigara alma gibi çeşitli uygulamalar bile baş göstermiş. Güya Mehpare Abla, gece sabaha dek uyumayıp, Mahmut Şevket Efendinin başucunda Kuran okuyor, sonra biçare adamın yatmaktan yara içinde kalmış terli bedenini bir güzel kolonyalı havluyla yıkayıp ona elleriyle hazırladığı efsunlu bir karışımdan içiriyor, ardından karşısına geçiyor ve hurileri kıskandıracak güzellikteki bedenini ortaya çıkaran esvaplar içinde, raks ediyormuş. Bir başka anlatıcı da gözleriyle gördüğüne yemin billah ederek, seher vakti Mehpare Ablanın penceresinden sarılı yeşilli bir nur dalgasının sızdığını söylemiş. Hatta bu nur öyle bir ziya saçıyormuş ki, gecenin o melun karanlığında dahi, harap konağın taşlığında gezinen karınca, örümcek cinsinden ince haşeratlar bile apaçık görülebiliyormuş. Mahallenin en itibarlı softalarından Hacı Sadullah Rıfkı Efendi de aynı ziyayı gördüğünü söyleyince, Mehpare Ablanın, kocasına olan hizmet ve hürmetinden dolayı ermiş kadınlar katına çıkartıldığına kanaat getirilmiş. Ne de olsa koca cennet demekti. Bir kadın dünyada bütün vazifelerini tastamam yerine getirse bile, kocası razı gelmedikten sonra cennete giremiyordu. Zavallı Mehpare Abla da, genç yaşında yatalak kocasına son derece büyük bir teveccühle ihtimam gösterince, kırklara karışması işten bile değildi.

Tabi bütün bu hikayeler kahvehanenin duvarlarını aşıp mahalleye, evlere ve yatak odalarına kadar taşınmış. Evde Mahmut Şevket Efendi gibi alaka göremeyen beyler amcalar, kırk yıllık karılarına Mehpare’yi örnek gösterir olunca; mahalle kadınları onu büsbütün düşman bellemiş. Günlerde çaylarda konuşulan biricik konu Mehpare illeti olmuş. Adamlar kahvehanelerde, kadınlar cemiyetlerde Mehpareyi çekiştiredursun, o yılmadan sevgili zevcine bakmaya devam etmiş.

Ne yazık ki kör talih, amansız dertlerinin üzerine bir düğüm daha atmaktan geri durmamış. Mahmut Şevket Efendinin evkaftan aldığı malul aylığı iptal edilince, biçare karı koca elde avuçta ne varsa satmak zorunda kalmış. Onca servetten geriye bir oturdukları ahşap konak kalınca, zavallı Mehpare Abla, Mahmut Şevket Efendinin hatırlı dostlarının araya girmesiyle bir okulda daktilo olarak işe başlamış. Aldığı aylığın yarısı karşılığında bir hasta bakıcıyla anlaşmış. Böylelikle aylar geçmiş.

Birgün hastabakıcı Mehpare Ablanın çalıştığı okula gelmiş ve artık işe devam edemeyeceğini söylemiş. Fazla bir malumat vermeden “Hakkını helal et, beni de affet” diyerek çarçabuk odadan çıkmış. Bu duruma şaşıran ve üzülen Mehpare Abla, müdür beyden izin alıp sevgili zevcinin yanına koşmuş. Mahmut Şevket Efendiyi, her zamanki gibi matem dolu odasında, artık büyük bir esaret haneye dönen yatağında yatar bulmuş. Biçare adam Mehpare Ablayı görünce iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. “Ah benim gülşenim, sen mi geldin? Ben de sanmıştım ki…” Müşfik kadın Mehpare Abla zarif parmaklarıyla kocasının dudaklarını mühürleyip “Firakımız geçti, artık daima yanında olacağım. Hiç korkma. Ben seni yalnız bırakır mıyım?” demiş. “ Hem yeniden çalışmam icap etse bile, sana eskisinden daha iyi bir bakıcı bulurum, meraklanma sen.”

Günler ayları kovalamış. İki talihsizin hayatında, saçlarına düşen aklardan başka hiçbir değişiklik olmamış. Günlerden birgün komşusu; Mehpare Ablayı, “Çık gel bir nefes alırsın” diyerek, ısrarla çaya davet etmiş. Aylardır evden zaruri nedenler dışında dışarı çıkmayan kadıncağız, komşu kadının, dedikodu yapmak niyetini bile bile, Mahmut Şevket Efendinin uyuduğu bir sırada evden çıkmış. Bir saat oturmuş oturmamış. İğneleyici lakırdılardan, hafif bakışlardan huzursuz olunca müsaade isteyip evin yolunu tutmuş. Daha avluya adımını atar atmaz gördüğü manzara nedeniyle oracığa yığılıp kalmış. Ne zaman sonra kendine geldiğinde, daha o sabaha kadar Mahmut Şevket Efendinin yattığı yatağın boş olduğunu görünce, bileklerini kolonyalayan kadınlara aldırmadan müthiş bir çığlık atmış. Bu öyle bir çığlıkmış ki; sağ elini tutan kadın ölesiye korkmuş da, iki gün iki gece yemelerden içmelerden kesilmiş.

Eve akın eden kadınlarla gelen, Kahveci Muhittin’in haşarı oğlu, her zaman adedi olduğu üzere çekmeceleri karıştırırken bulduğu zarfı Mehpare Ablaya verince, sofaya doluşan kadınlar vakayı daha yakından takip edebilmek için üst kata, Mehpare Ablanın yanına çıkmaya karar vermişler. Hep birlikte ahşap merdivene hücum eden meraklı kadınlar, çok şükür hatırı sayılır bir göçüğe sebep olmadan üst kata çıktıklarında Mehpare Abla, ince titrek parmaklarıyla üzerine “Minnetim İki Gözüm” yazılı zarfı açıp yüksek sayılabilecek bir sesle okumaya başlamış:

“ Mehpare,
Seninle evlendiğimizden beri, ikimiz de huzur yüzü görmedik. Her gün, her saat sırtına yapışmış bir kene gibi yaşamaktan duyduğum hicabı anlatamam. Bana gösterdiğin ihtimam, teveccüh, sana olan mahcubiyetimi kat be kat artırdı. Bu öyle bir rahatsızlık halini aldı ki, artık ne sesini duymaya, ne yüzünü görmeye tahammülüm kalmamıştı. Sen karşımda nâr-ı Beyza gibi yandıkça, içimdeki ateşten ırmaklar bin kat daha harlandı. Sana duyduğum o derin aşk, yerini tarifi mümkün olmayacak bir tiksintiye bıraktı. Yine de bunu sana belli etmemek için çok didindim. Ölmeyi bile düşündüm. Fakat sen bir dakika bile beni kendimle baş başa bırakmadığın için bu kabil olmadı. Tam bu bedbaht hayattan büsbütün ümidimi kesmiştim ki; Menşure Hanımefendi hanemize teşrif etti. Kendisi, karakter olarak da, güzellik olarak da senden pek gerilerdeydi fakat, bu evliliğimizin felaketine engel olmadı. Onun adi bir fırsatçı olduğunu bile bile kendimi ve ruhumu ellerine teslim ettim. Fırsatçı olduğunu biliyordum, çünkü kendisiyle tanışıklığımız ta evkaftaki memuriyet yıllarıma dayanır.

Madem söz ve vaziyet buraya kadar geldi, sana bir şey daha itiraf edeyim de, yevm-il kıyamette bir de bu yalan için boynuma dolanma. Sevgili Mehpare, ben seni bu kadınla daha önce de aldattım. Hastalığımın henüz nüksettiği zamanlardı. Öyle bir boşluk içindeydim ki, kendim olmaktan çıkmak istedim. Mahmut Şevket Efendi kabuğunu kırıp, dışarıdaki hür ve fütursuz dünyaya değmek istedim. O ihanetten sonra evvela kendimi kızgın betonun üzerine atılmış zavallı bir solucan gibi hissettim. Kimselere sezdirmeden yandım, kıvrandım. Fakat bu pişmanlık hali pek uzun sürmedi. Zaman bütün yaraların hekimi. İçimdeki pişmanlık yerini arsız bir aşka bıraktı. Nasıl olduğunu anlamadan, sade bir sergüzeşt nazarıyla yaklaştığım Menşure’ye tutulmuştum. Fakat o, mülkiyeden emekli ihtiyar bir efendiyle evliydi. Hastalığımı duymuş ve benden uzaklaşmıştı. Bana, hastalığımın bir izzet-i nefis meselesi değil, kendisinin sebep olduğu bir sevda düşkünlüğü olduğunu anlatma fırsatı bile vermedi. Anlıyorsun ya; ben aslında evladımız olmayışı münasebetiyle hasta olmuş değilim. Kaldı ki, benim bu hususta hiçbir problemim olmayışı doktor raporlarıyla sabittir. Bunu seni üzmemek adına gizledim. Gittiğimiz doktorları önceden tembihleyip, kusurlu olan tarafın ben olduğum konusunda yalan söylettim. İtiraf etmeliyim ki, bundaki bir amacım da, senin birgün dayanamayıp beni terk edeceğin düşüncesiydi. Fakat sen inatla bana tutundun.

Birgün ziyaretime gelen bir dostumdan Menşure Hanımın kocasının öldüğü haberini alınca, içimdeki sönmüş kandil yeniden ve usul usul yanmaya yüz tuttu. Çok hastaydım ve dünyadan el etek çekmek eşiğindeydim ama, onun serbest kalmış olduğu düşüncesi gözümün ferini ışıttı. Onu ikna edebileceğimi biliyordum. Aradaki tek sorun sen ve senin bitmez vefandı. Onca ihaneti yapmış olmama ve senden ölesiye nefret ediyor olamama rağmen seni boşayacak cesareti kendimde bulamadım. İşte bu yüzden hanemizi sahte bir sefalete düşürüp, seni çalışmak mecburiyetinde bıraktım. Satıldı sandığın mülklerin tamamını geçici bir süreliğine kardeşim Mahmut Şeref aldı. Sana daktilo işini ayarlayan dostum, hasta bakıcı bulmana da yardım etti. Tabi, benim telkinlerim doğrultusunda. Böylece Menşure Hanım evimize girdi. Daha o geldiği ay, bütün ağrılarımdan ve sıkıntılarımdan kurtuldum. Sapasağlamdım ama, sana bunu belli etmemek için numara yaptım. Aslında oldukça varlıklı bir dul olan Menşure Hanım da sıradan bir hastabakıcı gibi davrandı. Geceleri sen erkenden yatağına çekildiğinde sabahlara kadar rengarenk ve tütsülü mumların ışığında bana raks eden bu kadın, aklımı daha beter şekilde başımdan aldı. Sade ve temiz bir sevdadan öteye gitmemesini arzuladığım bu tutkunun dizgini elimden kayıp gitti. Yine de seni terk etme niyetinde değildim. Fakat hiç umulmadık bir vaka gelişti ve Menşure Hanım gebe kaldı. Bu, filhakika zor bir durumdu. Ne yapacağımı bilemedim. İkiniz arasında bir tercih yapmam gerekiyordu. Menşure benim çocuğumu taşıyordu. Sen ise bu genç yaşında her şeyden habersiz yatalak bir adamın, yaşayan bir ölünün matemini tutuyordun. Seni daha fazla işgal edemezdim.

Hakkını helal etmeni isteyemem. Sadece ateşten bir muhasara altında kalmış yüreğimi bir nebze olsun anla yeter.

Sana ömrünün sonuna kadar yetecek bir servet bırakıyorum. Bu ev de senin olsun.

Sonsuz mahcubiyetimle,

Mahmut Şevket.”

Zavallı Mehpare Abla, belki de o ikisini evden çıkarken görmeseymiş, bu mektuba bile inanmayacak, çok kıymetli eşinin bir şekilde adam tutup kendini derin bir göle attırmak suretiyle intihar ettiğini düşünecekmiş.

***

Mahmut Şevket Efendinin dediği gibi “zaman herşeyin hekimiydi.” Mehpare Abla yıllar süren bir kırgınlık devresinden sonra, hayatının son çeyreğinde kendine geldi. Matemi bıraktı fakat bir daha asla evlenmedi. Mahmut Şevket Efendi, şehirdeki malı mülkü satıp İstanbul’a yerleşti. Sonradan altı çocuğu olduğunu duyduk. Bir daha hiç dönmedi buralara. Ta ki Mehpare Ablanın öldüğünü duyana kadar. Ne yazık ki, kadıncağızın son nefesine yetişip, son bir helallik dilenmek nasip olmadı ona. Artık hesapları Ulu Divana kaldı.


Benim bu mezarlıkta ne işim mi var? İhtiyar Mahmut Şevket Efendinin mezarlığa gelmeye dahi yüzü tutmadığı için, bu bir demet pişmanlık gülünü Mehpare Ablanın mezarına koymamı rica etti.





...ENGİNDENİZ...
(c) Bu eserin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir.
Eserin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Bu şarkı senin şarkın. Ama sen susturamazsın...

Aynur Engindeniz

Bu şarkı senin şarkın. Ama sen susturamazsın...

Kategoriler
Yeni Şiirlerim